ATATÜRK'ÜN KONYA TÜRK OCAĞI’NDA YAPTIĞI KONUŞMASI![]() Konya Türk Ocağı fahri başkanlığını kabul eden Gazi Mustafa Kemal Paşa, 20 Mart 1923 günü Konya’yı ziyaret etmiştir. Gazi Mustafa Kemal Paşa’yı tren istasyonunda karşılayan Konyalı gençler, O’nu Türk Ocağı’na davet etmişlerdir. Gazi Mustafa Kemal Paşa daveti kabul etmiş ve belediye başkanının kendisi şerefine verdiği yemekten sonra, eşi Latife Hanım ile birlikte Türk Ocağı’na gitmiştir.Konya Türk Ocağı Reisi Süreyya (Berkmen) Bey tarafından kısa fakat etkili bir konuşma yapılmış, Gazi’nin yaptığı devrimler üzerinde durarak, bu milletin asırlardan beri taçlı ve taçsız bir takım şahısların esir ve hizmetçisi olarak yaşadığı, bundan kurtulmak için kendisine yol gösteren olmadığı, nihayet bu çıkmaz yola Millet Meclisi’nin başında bulunan Gazi Paşa’nın bir nihayet verdiği, yapılan mesut inkılabın tecellisine kadar icap ederse gençliğin canını vermekte, Paşa’nın küçücük bir işaretiyle tereddüt etmeyeceği, harpte olduğu gibi bu sahada da kanını akıtmaktan çekinmeyeceği bildirilmiştir. Cevap olarak Gazi, aşağıdaki konuşmayı yapmıştır; “Muhterem gençler, Türk Ocağı namına hakkımda söylenen sözlerden, gösterilen muhabbet ve emniyetten dolayı değerli Ocak üyelerine özel olarak teşekkür ederim. Arkadaşlar, hakikaten bu millet asırlarca kendi arzusu hilafında, milletin emelleri ve menfaatleri hilafında olarak sevk ve idare edilmiş, millet hiçbir tarihi devrede yaratılışındaki kabiliyeti geliştirecek mesai sahasına sahip olamamıştır. Ve bu mazhar olamamak yüzünden birçok felaketlerin altında ezilmiştir. O acı felaketler, milleti ölüme kadar götürebilecek mahiyetteydi. Teşekküre değerdir ki, en son ölüm darbeleri millette en hayati uyanışları doğurmaya vesile oldu. Ancak o sayededir ki üç buçuk dört senedir milletin ahenkli mesaisi neticesindedir ki, millet hepimizi memnuniyette, dünyayı hayrette, düşmanları dehşette bırakan zaferlere, muvaffakiyetlere ve Allah’ın yardımlarına mazhar oldu. Bizi kendi benliğimize sahip yapan bu uyanışa, bize kendimizi bulduran bu hakiki uyanıklığa daha evvel sahip bulunsa idik, daha eskiden kendi mevcudiyetimiz, kendi selametimiz, kendi gayemiz için çalışmış olsaydık, bugünkü netice daha parlak olur ve biz son badirelere düşmeyerek dünyanın en bahtiyar milleti olurduk. Milletimiz en yüksek medeniyet derecesinde, en parlak olgunluk mertebesinde, en şanlı şeref ve talihte iken, diğer birtakım milletler ancak milletimizin darbeleri karşısında kendi benliklerini bularak o darbeleri geçirdikten sonra bugünkü vaziyetlerini bulmuşlar, biz ise onlardaki uyanışa bedel, çok derin gafletler içinde dalıp geçmişizdir. Arkadaşlar, her yerde söylüyoruz, her yerde söylüyor ve tekrar ediyoruz, milletin bugünkü zaferleri pek parlak olmakla beraber, henüz milletimizi hakiki kurtuluşa mazhar kılmamıştır. Belki bundan sonraki mesaimiz, zaferi kazanmakta olduğu gibi aynı gayretle, aynı fedakârlıkla yapılacak mesai neticesindedir ki asıl gayeye ulaşacağız. O gayeye varmak için de her şeyden evvel bizi şimdiye kadar gaflet içinde bırakan sebepleri ve etkenleri tahlil etmek, meydana çıkarmak, unutmamak lazımdır. Bu hakikatleri, millet vicdanının kulağına ulaştırmak, bu hakikatleri milletin vicdanına iyice kazımak için onları bir daha, beş daha söylemek, onları daima ve daima tekrar etmek lazımdır. Milleti uzun asırlar gaflette bırakan türlü sebepler arasında hakiki noktayı bir kelime ile ifade etmiş olmak için diyebilirim ki, bütün sefaletlerimizin kati sebebi zihniyet meselesidir. İnsanlar ve insanlardan meydana gelen cemiyetler, her şeyden evvel bütün fertleriyle salim bir zihniyete sahip olmalıdırlar. Zihniyeti zayıf, çürük, hasta, bozuk olan bir toplumun bütün mesaisi hebadır. İtiraf mecburiyetindeyiz ki, bütün İslam âleminin toplumlarında hep yanlış zihniyetler hüküm sürdüğü içindir ki, doğudan batıya kadar İslam memleketleri düşmanların ayakları altında çiğnenmiş ve düşmanların esaret zincirine geçmiştir. Bu fikrimi izah etmek arzusuyla biraz daha tafsilat vermek isterim. Hepinizce malumdur ki, Cenabı Peygamber ahkâm-ı hususu tebliğe memur olduğu tarihte, etraf ülkelerde muhtelif kavimler vardı. İslam dinini bütün insanlığa kabul ettirmek için fisebilillah kılıç çeken Arap mücahitleri, asırlarca yüksek medeniyetler yaşamış milli mazilerine ve örf ve ananelerine sahip birçok kavimleri Türkler, İraniler, Mısırlılar, Bizanslılar gibi kavimleri az zamanda İslamiyet dairesine aldılar. Yine fennen ilmen, maddeten görüyorsunuz ki herhangi bir kavim yeni bir şekil alınca, devleti bütün esaslarıyla kabul etmekte, hazmetmekte, müşkülata uğruyor. Daima uzun bir mazinin kendi mevcudiyetinde yaşadığını görüyor. Daima asırlık medeniyetinin kendi toplumsal bünyesinde yaşattığı alışkanlıklara, inançlara bağlı kalıyor ve böyle her yeni bir şey alan kavimlerde yeniyle eskinin birbirine karıştığını, yeni şeyin esaslarıyla kendinde mevcut eski esasların karıştırıldığını görüyoruz. Bu tabii kaide, İslam’ı kabul eden milletlerde de aynen tecelli eyledi. Din-i mübin-i İslam’ın çok ulvi, çok kıymetli esaslarını ve hakikatlerini bu milletler olduğu gibi almamakta inat ettiler. İslamiyet’in ilk parlak devirlerinde mazinin mahsulü olan hastalıklı âdetler bir zaman için kendini göstermeye ve nüfuz etmeye muktedir olamamışsa da, biraz sonra İslam’ın hakikatlerine sarılmaktan, İslam’ın esaslarına hareketlerini uydurmaktan ziyade, mazinin miraslarından olan âdetleri ve inançları dine karıştırmaya başlamışlardır. Bu yüzden İslam cemiyetine dâhil birtakım kavimler İslam oldukları halde düşüşe, sefalete, çöküşe maruz kaldılar. Mazilerinin hastalıklı veya batıl alışkanlıkları ve inançlarıyla İslamiyet’i karıştırdıkları ve bu suretle İslam’ın hakikatlerinden uzaklaştıkları için kendilerini düşmanların esiri yaptılar. Bu İslam kavimlerinin içinde bizim milletimiz olan Türkler milli ananeler ve teamül itibariyle hastalıklı şeylere sahip değillerdi. Türk toplumsal ananelerinin pek çoğu İslam’ın hakikatine uygun ve yakındı. Lakin Türkler bulundukları saha, yaşadıkları bölgeler itibariyle bir taraftan İran ve diğer taraftan Arap ve Bizans milletleriyle temas halinde idiler. Şüphe yok ki, temasların milletler üzerinde tesirleri görülür. Türklerin temas ettiği milletlerin o zamanki medeniyetleri ise çürümeye başlamıştı. Türkler bu milletlerin hastalıklı âdetlerinden, fena yönlerinden etkilenmekten kendilerini koruyamamışlardır. Bu hal kendilerinde karışık, ilmi olmayan, insani olmayan zihniyetler doğurmaktan geri kalmamıştır. İşte düşüşümüzün belli başlı sebeplerinden birini bu nokta teşkil ediyor. Yine biliyorsunuz ki, İslam âlemine dâhil cemiyetler ve Hıristiyan âlemi kitleleri arasında birbirini affedilemez gören bir düşmanlık mevcuttur. İslamlar, Hıristiyanların, Hıristiyanlar İslamların ebedi düşmanları oldular. Birbirlerine kâfir, mutaassıp gözüyle baktılar. İki dünya yekdiğeriyle asırlardan beri bu taassup ve düşmanlıkla yaşadı. Bu düşmanlığın neticesidir ki, İslam âlemi Batı’nın her asır yepyeni bir şekil ve renk alan ilerlemelerinden uzak kalmıştı. Çünkü İslam ehli o ilerlemelere tenezzül etmeksizin, nefretle bakıyordu. Aynı zamanda, iki kitle arasında uzun asırlardır devam eden düşmanlığın zorlamasıyla İslam âlemi silahını bir an elinden bırakmamak mecburiyetinde bulunuyordu. İşte silahla bu daimi meşguliyet, düşmanlık hissiyle Batı’nın yeniliklerine iltifat etmemek, düşüşümüzün sebeplerinden ve etkenlerinden diğer mühim bir sebebini teşkil eder. Bu saydığım sebeplerden başka asıl bizim milletin, bilhassa, aydınlarımızın çok dikkatle, çok ehemmiyetle nazarı itibara alacağı bir sebep vardır ve bence bu sebep şimdiye kadar ilerleyemeyişimizin, en son kademede kalışımızın -unutmayalım- memleketimizin baştan başa bir harabe oluşunun asli sebebidir. Düşüşümüzün bu ana sebebini şu nokta teşkil ediyor: İslam âlemi iki sınıf ayrı heyetlerden meydana gelmektedir. Biri çoğunluğu teşkil eden avam, diğeri azınlığı teşkil eden aydınlar. Bozuk zihniyetli milletlerde büyük çoğunluk başka hedefe, aydın denen sınıf başka zihniyete sahiptir. Bu iki sınıf arasında tam zıtlık, tam muhalefet vardır. Aydınlar asli kitleyi kendi hedefine sevk etmek ister; halk ve avam kitlesi ise bu aydın sınıfa tabi olmak istemez. O da başka bir istikamet tayinine çalışır. Aydın sınıf telkinle, irşatla çoğunluk kitlesini kendi maksadına göre iknaya muvaffak olamayınca, başka vasıtalara başvurur. Halka tahakküme ve zor kullanmaya başlar; halkı istibdatta bulundurmaya kalkar. Artık burada asıl tahlili noktaya geldik. Halkı ne birinci usul ile ne de tahakküm ve istibdat ile kendi hedefimize sürüklemeye muvaffak olamadığımızı görüyoruz; neden? Arkadaşlar, Bunda muvaffak olmak için aydın sınıfla halkın zihniyet ve hedefi arasında tabii bir uygunluk olmak lazımdır. Yani aydın sınıfın halka telkin edeceği mefkureler, halkın ruh ve vicdanından alınmış olmalı. Hâlbuki bizde böyle mi olmuştur. O aydınların telkinleri, milletimizin ruhunun derinliğinden alınmış mefkureler midir? Şüphesiz hayır. Aydınlarımız içinde çok iyi düşünenler vardır. Fakat genel olarak şu hatamız da vardır ki, incelemelerimize ve araştırmalarımıza zemin olarak çoğunlukla kendi memleketimizi, kendi tarihimizi, kendi ananelerimizi, kendi hususiyetlerimizi ve ihtiyaçlarımızı almayız. Aydınlarımız belki bütün cihanı, bütün diǧer milletleri tanır, lakin kendimizi bilmeyiz. Aydınlarımız, milletimi en mesut millet yapayım der. Başka milletler nasıl olmuşsa onu da aynen öyle yapalım der. Lakin düşünmeliyiz ki, böyle bir teori hiçbir devirde muvaffak olmuş değildir. Bir millet için saadet olan bir şey, diğer millet için felaket olabilir. Aynı sebepler ve şartlar birini mesut ettiği halde diǧerini bedbaht edebilir. Onun için bu millete gideceği yolu gösterirken dünyanın her türlü ilminden, keşiflerinden, ilerlemelerinden istifade edelim, lakin unutmayalım ki, asıl temeli kendi içimizden çıkarmak mecburiyetindeyiz. Milletimizin tarihini, ruhunu, ananelerini doğru, salim, dürüst bir gözle görmeliyiz. İtiraf edelim ki, hâlâ ve hâlâ aydınlarımızın gençleri arasında halk ve avama uygunluk muhakkak değildir. Memleketi kurtarmak için bu iki zihniyet arasındaki ayrılığı durdurmak, yürümeye başlamadan evvel bu iki zihniyet arasındaki uygunluğu temin etmek lazımdır. Bunun için de biraz avam kitlesinin yürümesini çabuklaştırması, biraz da aydınların çok hızlı gitmemesi lazımdır. Lakin halka yaklaşmak ve halkla kaynaşmak daha çok ve daha ziyade aydınlara düşen bir vazifedir. Gençlerimiz ve aydınlarımız ne için yürüdüklerini ve ne yapacaklarını evvela kendi beyinlerinde iyice kararlaştırmalı, onları halk tarafından iyice hazmedilebilir ve kabul edilebilir bir hale getirmeli, onları ancak ondan sonra ortaya atmalıdır. Ben çok ümitvarım ki, gençlerimiz bunu yapacak derecede yetişkindir. Biliyorum ki, ihtiyarlarımız gibi gençlerimizin de tecrübeleri vardır. Zira milletimizin yakın senelere ait gördüğü acı dersler, yakın senelerin en yoğun vakalar ile dolu oluşu, devrimizin gençlerini eski devirlerin ihtiyarları kadar ve belki onlardan fazla vakaların şahidi, dolayısıyla gençlerimizi ihtiyarlar kadar tecrübe sahibi yaptı. Herhangi gencimiz yaşadığı devrin belki üç misli nispetinde vakalara şahit olduğu için, her gencimizi üç misli yaş sahibi sayabilir, onları da ihtiyarlar gibi tecrübeli kabul eyleyebiliriz. Gençlerimizin gördükleri bu tecrübelerden istifade ederek, faal, memleketin hizmetinde ve azim ve imanla donanmış olarak vazifelerini hakkıyla yapacaklarına eminim. Arkadaşlar Bizim halkımız çok temiz kalpli, çok asil ruhlu, ilerlemeye çok kabiliyetli bir halktır. Bu halk eǧer bir defa muhataplarının samimiyetle kendilerine hizmet elliklerine kani olursa her türlü hareketi derhal kabule hazırdır. Bunun için gençlerin her şeyden evvel millete güven vermesi lazımdır. Bunun için de mefkuremizi açıklıkla ifade etmeliyiz. Onu imanla duymalı ve onu çok sebatkârane takip etmeliyiz. Şahsi menfaatlerimizden, hasis emellerimizden uzaklaşmaya ancak böyle canlı ve alevli mefkure sayesinde muvaffak olacağız. Gençlerin kardeşleriyle, babalarıyla, tecrübe sahibi ihtiyarlarıyla, İslam’ın ruhuna vâkıf hakiki değerli ulemasıyla beraber mesaisinde muvaffakiyete mazhar olacağı muhakkaktır. Fakat bütün iyi niyete, gösterilen bütün sebata, azim ve melanete, ortaya koyulan bütün birlik ve dayanışmaya rağmen yine en güzel, en isabetli, en doğru zihniyetleri ve mefkureleri bozmaya çalışacak insanlara tesadüf edilecektir. Öylelerine karşı bütün millet fertleri çok şiddetli karşılık vermelidir. Hepimiz için öylelerine karşı kahredici bir birlik kitlesi şeklinde tecelli emekliğimiz, en zaruri bir vicdani gerekliliktir. Zira bu hususta fesatlık yapacak insanlara müsamaha göstermek, alicenaplık göstermek, terbiye eseri değil, belki bir milletin saadetine, şerefine, namusuna göz dikmiş insanlara müsamahadır ki, hiçbir vakit, hiçbir fert buna müsaade edemez. Hiç kimse buna müsaade etmek hakkına sahip değildir ve siz de olmamalısınız. Arkadaşlar, Bir milletin namuskâr bir mevcudiyet, hürmete değer bir mevki sahibi olması için, o milletin yalnız ilim ve fen sahibi bulunması kâfi değildir. Her ilmin, her şeyin üzerinde bir hassaya sahip olması lazımdır ki, o da o milletin belirli ve olumlu bir seciyeye sahip bulunmasıdır. Böyle bir seciyeye sahip olmayan fertler ve böyle fertlerden meydana gelen milletler hiçbir dakika hakiki bir devlet teşkil edemezler. Böyle milletler birer fesat ocağı olurlar. Şunun bunun oyuncağı ve şunun bunun esiri olurlar. Benim bildiğime göre memleketimizde çok senelerden beri açılmış ve halen mukaddes ateşlerle yanan ve alevi her mensup olanın kalp ve vicdanını aydınlanmış kılan Türk Ocaklarının esas gayesi, millete böyle olumlu bir karakter vermektir. Türk Ocakları, milletin harsı üzerinde mühim tesirler yapmalıdır. Zaten bunu yapıyorlar ve daha ziyade yapacaklardır. Biz milliyet fikirlerini tatbikte çok gecikmiş ve çok tembellik göstermiş bir milletiz. Bunun zararlarını fazla faaliyetle telafiye çalışmalıyız. Bilirsiniz ki, bir milliyet prensibi vardır bir de bunu dağılmaya sevk eden teoriler vardır. Lakın yine bilirsiniz ki, milliyet teorisini, milliyet fikrini, milletlerdeki millet mefkuresini dağıtmaya çalışan teorilerin dünya üzerinde tatbik kabiliyeti bulunamamıştır. Çünkü, tarih, vakalar, hadiseler ve gözlemler hep insanlar ve milletler arasında, hep milliyetin hâkim olduğunu göstermiştir ve milliyet prensibi aleyhindeki büyük ölçekte fiili tecrübelere rağmen yine milliyet hissinin öldürülemediği ve yine kuvvetle yaşadığı görülmektedir. Bilhassa bizim milletimiz, milliyetini bilmezden gelişinin çok acı cezalarını gördü. Osmanlı İmparatorluğu dahilindeki muhtelif kavimler hep milli akidelere sarılarak, milliyet mefkuresinin kuvvetiyle kendilerini kurtardılar. Biz ne olduğumuzu, onlardan ayrı ve onlara yabancı bir millet olduğumuzu sopa ile içlerinden kovulunca anladık. Kuvvetimizin zaafa uğradığı anda bize hakaret ettiler, hor gördüler. Anladık ki kabahatimiz kendimizi unutmaklığımızmış. Dünyanın bize hürmet göstermesini istiyorsak, evvela bizim kendi benliğimize hürmet edelim. Benliğimize ve milliyetimize bu hürmeti hissen, fikren, fiilen bütün fiillerimizle ve hareketlerimizle gösterelim, bilelim ki, milli benliğini bulmayan milletler başka milletlerin avıdır. Milli mevcudiyetimize düşman olanlarla dost olmayalım. Böylelerine karşı bir Türk şairinin dediği gibi. (karşı duvardaki levhayı işaret ederek) “Türküm ve düşmanım sana, kalsam da bir kişi” diyelim. Düşmanlarımıza bu hakikati ifade ettiğimiz gün, kanaatimize, mefkuremize, ikbalimize yan bakan her ferdi düşman kabul ettiğimiz gün, milli benliğe uzanacak her eli şiddetle kırdığımız, milletin önüne dikilecek her engeli derhal devirdiğimiz gün, hakiki kurtuluşa ulaşacağız. Ve sizler gibi aydın, azimli, imanlı gençler sayesinde bu kurtuluşa ulaşacağımıza emin olabiliriz”. Daha sonra Türk Ocağı üyelerinden Dr. Eyüb Sabri Bey, Gazi’nin yanına giderek izin istemiş ve küçük bir kağıdın içine yazmış olduğu, “Gençliği ve umdeyi takip ile yürümek azminde bulunuyoruz ve yürüyoruz. Fakat kendisinde irşat kuvveti gören bazı kimseler bu umdenin hilafında bulunacak olurlarsa buna karşı ne düşünülüyor ve ne yapılacak?”, şeklindeki sorusunu sormuş, Gazi Mustafa Kemal Paşa ayağa kalkarak sözüne tekrar başlamıştır: “Bu soruyu soran arkadaşımızı müsaadeleriyle bir noktada eleştireceğim. Sorulan mühimdir, açıklığa sahip değildir. Evvela soruyorum. Bu soruyu sorarken bu belirsizlik bulutlarına ne ihtiyaç vardı. Bu meseleden bahsederken muğlaklığa sebep nedir? Biz bir şeyi vicdanen iyi yaptığımıza, sözlerimizin hakikat olduğuna kani isek onu olduğu gibi açık, vazıh, tereddüt ve kapalılıktan uzak olarak anlatmalıyız. Ben kendilerinin sorusunu izah edeyim: Buyurdular ki, bu millet esasen her şeye kabiliyetlidir, fakat bazı insanlar vardır ki, hakikati idrak edecek kadar olgun değildir. Bu sebeple, halkın saf vaziyetinden istifade ederek, halka zararlı fikirler vererek, halk için fesatçı mevkiinde kalabilirler. Bunlara karşı tedbir var mıdır? Eğer soru böyle irat edilse idi, işte burada hazır bulunanlar içinde muhtelif mesleklerde bulunan arkadaşlar var, asker var, tüccar var, ulema var, ve sair mesleklerden ve sınıflardan zevat var. Şüphesiz hepimiz aynı kanaatte olduğumuzu söylerdik. Her şeyden evvel şunu en temel bir hakikat olarak bilelim ki, bizim dinimizde özel bir sınıf yoktur. Ruhbaniyeti reddeden bu din, tekelciliği kabul etmez. Mesela ulema, mutlaka aydınlatma vazifesi ulemaya ait olmadıktan başka, dinimiz de bunu katiyetle men eder. O halde biz diyemeyiz ki bizde özel bir sınıf vardır, diğerleri dinen aydınlanma hakkından mahrumdur. Böyle kabul edersek kabahat bizde, bizim cahilliğimizdedir, hoca olmak için yani dini hakikatleri halka telkin etmek için, mutlaka ilmi kisve şart değildir. Bizim ulvi dinimiz her Müslim ve Müslimiye ilmîn araştırılmasını farz kılıyor ve her Müslim ve Müslime ümmeti aydınlatmak ile mükelleftir. Efendiler, bir fikri daha düzeltmek islerim. Milletimiz içinde hakiki ulema, ulemamız içinde milletimizin hakkıyla iftihar edebileceği âlimlerimiz vardır. Fakat bunlara karşılık ilmi kisve allında ilmin hakikatinden uzak, lüzumu kadar öğrenememiş, ilim yolunda layıkı kadar ilerleyememiş hoca kıyafetli cahiller de vardır. Bunların ikisini birbirine karıştırmamalıyız. Seyahatlerimde birçok hakiki aydın ulemamızla temas ettim. Onları en yeni ilmi terbiye almış, sanki Avrupa’da tahsil etmiş bir seviyede gördüm. İslam’ın ruhuna ve hakikatine vâkıf olan ulemamızın hepsi bu olgun mertebededir. Şüphesiz ki, bu gibi ulemamızın karşısında imansız ve hain ulema da vardır, lakin bunları onlara karıştırmak isabetli olmaz. Efendiler, hakiki ulema ile dine zararlı ulemanın yekdiğerine karıştırılması Emevi1er zamanında başlamıştır. Hazreti Peygamberin saadet zamanlarında, Peygamberimizin irtihalinden sonra dört halife hazretlerinin zamanlarında, hep doğrudan doğruya Hazreti Peygamberin yol göstermesiyle İslam olan dört halifenin aydınlatmasıyla selamette bulunan ümmet kitlesi arasında hakiki temizlik, kalbi hürmet, ulvi bir irtibat vardı. Ne vakit ki Muaviye ile Hazreti Ali karşı karşıya geldiler, ne vakit ki Sıffin Vakasında Muaviye’nin askerleri Kur’an-ı Kerim’i mızraklarına diktiler ve Hazreti Ali’nin ordusunda bu suretle tereddüt ve zaaf husule gelirdiler. İşte o zaman dine fesatlık, İslamlar arasına nefret girdi ve o zaman hak olan Kur’an, haksızlığı kabule vasıta yapıldı. En zorba hükümdarlardan olan Muaviye’nin nasıl bir hile neticesinde hilafet sıfatını da takındığını biliyorsunuz. Ondan sonra bütün müstebit hükümdarlar hep dini alet edindiler, ihtiras ve istibdatlarını desteklemek için hep ulema sınıfına müracaat eylediler. Hakiki ulema, dini bütün âlimler, hiçbir vakit bu müstebit tacidarlara boyun eğmediler, onların emirlerini dinlemediler, tehditlerinden korkmadılar. Bu gibi ulema kamçılar altında dövüldü, memleketlerinden sürüldü, zindanlarda çürütüldü, darağaçlarında asıldı. Lakin onlar yine o hükümdarların keyfine dini alet yapmadılar. Fakat gerçekte âlim olmamakla beraber, sırf o kisvede bulundukları için âlim sanılan, menfaatine düşkün, hırslı ve imansız birtakım hocalar da vardı. Hükümdarlar işte bunları ele aldılar ve işte bunlar, dine uygundur diye fetvalar verdiler. İcap ettikçe yanlış hadisler bile uydurmaktan çekinmediler, işte o tarihten beri saltanat tahtında oturan, saraylarda yaşayan, kendilerine halife namı veren müstebit hükümdarlar bu gibi hoca kıyafetli dilencilere iltifat ve onları himaye ettiler. Hakiki ve imanlı ulema her vakit ve her devirde onların düşmanı oldu. Üç buçuk dört sene evveline kadar sağ olan Osmanlı hükümdarları da aynı şeyleri yapmışlar, aynı hilelerden istifade etmişlerdi. Osmanlı tarihinden bu hususta uzun misaller iradına lüzum yok, son Osmanlı hükümdarı Vahdettin’in harekâtı gözünüzün önündedir. Onun emriyledir ki, bile bile ölüme götürülen milleti kurtarmak isteyenler asi ilan edildi. Onun emriyle millet ve vatanı kurtarmak için kan döken aziz ordumuzun serseriler sürüsü olduğuna dair fetvalar veren ulema kıyafetli kimseler çıktı. Onlar bu fetvaları Yunan tayyareleriyle ordumuzun içine atıyorlardı. İşte bu noktada soruyu soran arkadaşımıza yerden göğe kadar hak veririm. Ulema içinde böyle hainleri himaye, aşağılık hareketlerini şeriata tatbik eden, din kisvesi ve şeriat sözleriyle milleti küçük düşüren ve aldatan âlimlerin -onlar için bu tabiri kullanmak istemem- böyle şerre alet olan insanların yüzündendir ki, dört halifeden sonra din daima siyaset vasıtası, menfaat vasıtası, istibdat vasıtası yapıldı. Bu hal Osmanlı tarihinde böyle idi; Abbasiler, Emeviler zamanında böyle idi. Fakat şurayı görüşlerinize arz ederim ki, böyle adi ve sefil hilelerle hükümdarlık yapan halifeler ve onlara dini alet yapmaya tenezzül eden sahte ve imansız âlimler tarihte daima rezil olmuşlar, rezil edilmişler ve daima cezalarını görmüşlerdir. Abbasi halifelerinin sonuncusu, biliyorsunuz ki, bir Türk tarafından parçalanmıştı. Dini kendi ihtiraslarına alet yapan hükümdarlar ve onlara yol gösteren hoca namlı hainler hep bu akıbete uğramışlardır. Böyle yapan halifelerin ve ulemanın arzularına muvaffak olamadıklarını tarih bize sonsuz misallerle izah ve ispat etmekledir. Artık bu milletin ne öyle hükümdarlar, ne öyle âlimler görmeye tahammülü ve imkânı yoktur. Artık kimse öyle hoca kıyafetli sahte âlimlerin yalan dolanına ehemmiyet verecek değildir. En cahil olanlar bile o gibi adamların mahiyetini pekâlâ anlamaktadır. Fakat bu hususta tam bir emniyet sahibi olmazlığımız için bu uyanışı, bu uyanıklığı, onlara karşı, bu nefreti, hakiki kurtuluş anına kadar bütün kuvvetiyle, hatta artan bir azimle muhafaza ve idame etmeliyiz. Eğer onlara karşı benim şahsımdan bir şey anlamak isterseniz, derim ki, ben şahsen onların düşmanıyım. Onların olumsuz istikametle atacakları bir adım, yalnız benim şahsi imanıma değil, yalnız benim gayeme değil, o adım benim milletimin hayatıyla alakadar, o adım milletimin hayatına karşı bir kasıt, o adım milletimin kalbine havale edilmiş zehirli bir hançerdir. Benim ve benimle hemfikir arkadaşlarımın yapacağı şey, mutlaka ve mutlaka o adımı atanı tepelemektir. Şüphe yok ki arkadaşlar, millet birçok fedakârlık birçok kan pahasına, en nihayet elde ettiği hayati umdesine kimseyi tecavüz ettirmeyecektir. Bugünkü hükümetin Meclis’in, kanunların, Teşkilatı Esasiye’nin mahiyet ve hikmeti hep bundan ibarettir. Sizlere bunun da üzerinde bir söz söyleyeyim. Farz-ı mahal eğer bunu temin edecek kanunlar olmasa, bunu temin edecek meclis olmasa, öyle olumsuz adım alanlar karşısında herkes çekilse ve ben kendi başıma yalnız kalsam, yine tepeler ve yine öldürürüm”. 20 Mart 1923 tarihinde, hükümet dairesinde Konya esnaf ve tüccarları tarafından onuruna düzenlenen ziyafete katılan Gazi Mustafa Kemal Paşa, daha sonra Türk Ocağı’nda şereflerine verilen çay ziyafetine katılmıştır. Gazi, Ocağın vaziyeti, faaliyeti, üyelerin sayısı, meslek ve sıfatları hakkında birçok sorular sorarak malumat almışlar, gençlere azami surette yardım edilmesi için Valiye, hazır bulunanlara tavsiyede bulunarak “Konyalılar çok zengindirler. Gençlerini bir parça himaye etmeleri lazımdır”, demiştir. Gazi Mustafa Kemal Paşa tarafından Konya Türk Ocağı’na, matbaa kurulması, gazete ve dergi çıkarılması için 3.000 lira sağlanacağı sözü verilmiştir. Gazi Mustafa Kemal Paşa, Konya Türk Ocağı Defterine şunları yazmıştır; “Konya, muhtelif Türk devletleri yaşatmış öz Türk vatanıdır. Konya, asırlardan beri tüten büyük bir Türk ocağıdır; Türk harsının esaslı kaynaklarından biridir. Konya Türk Ocağı, Türklüğün hakiki bir timsali olmalıdır. Bu Ocak’tan milletin hissini, mefkûresini daima ısıtacak, nurlandıracak parlak alevler semalara yükselmelidir, çok yükselmelidir. O kadar ki, bu alev vatanın bütün ufuklarında aydınlıklar vücuda getirebilsin. Konya’nın genç dimağları! Müteşebbis, cesur, sebatkâr evlatları! Ocağınıza sahip olunuz! Bütün engeller Ocağınızın ateşi karşısında derhal yanıp kara duman olmaya mahkûmdur. 20-21 Mart 1339 (1923) Gazi Mustafa Kemal” Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın sözlerine eşi Latife Hanım da şu satırları eklemiştir: “Konya’nın güzide gençlerine: Sa’yinizle (çalışmalarınızla) azminizle, her biriniz vatanın ufuklarında birer tâb-dâr (parlak ışık) olursunuz. Ancak elinizi hırs ve menfaat şaibesinde çok dikkatle esirgeyiniz. Latife Mustafa Kemal Hacı Ahmet Şimşek |
Son xəbərlər
|
Xəbər lenti
Təqvim
|

